28 Aralık 2014 Pazar

- FONDİP -


İnsan gereksizce özlermiş bazen bazı şeyleri
Korkmayı özlemek mesela
Kapı tıklamasına hasret kalmak ne demektir sen bilir misin?
Seni bekleyenin yalnızca boş bir ev olduğunu
Paspasın altına bırakılmayan bir anahtarın hasreti
Sen yalnızlık nedir bilir misin?

Duvarlarla konuşmayı,
Üzeri açık uyumanın verdiği sızıyı
Bir pike şefkatine hasret kalmak nedir bilir misin?

Bir çay koyulur da ocağa
Demin nasıl olsun sorusu vardır ya hani
İkinci bir çay kaşığının sesi gelir ya kulağına
Sen yalnız çay içmek nedir bilir misin?

İstersin ki bir türlü duyayım
Böyle bir tınısı olur ya bazı gecelerin
Karanlığını aydınlatacak,
Zeki Müren çıktığında
Rakı kadehini sana doğru uzatıp
Şerefine…
Diyemeyecek birinin olması ne demek sen bilir misin?

Susarsın ya hani bazı zamanlar
Beklersin ki bir matkap gelsin ve delsin şu sessizliği
Hani beklersin ya kalbini söküp atacağın o anı
Yaranın merheminin bittiğini öğrenmek nedir sen bilir misin?

Derin bir nefes verirsin,
Tüm dünyanın ceddine doğru
Bir nefes daha
Bir nefes..
Bir daha…
Tek bir yudum alırsın rakından
Bir buz tanesine dönüşür yalnızlığın
Erirsin de erirsin
Bir su beklersin içine kaynamak için
Doğrudan o’na karışmak için
Beklersin..
Beklersin.
Sen rakı kadehinin,
Masada bıraktığı o yankıyı duymak nedir
Bilir misin?

t.yazıcı
27.12..


25 Aralık 2014 Perşembe

On Yedi



On yedi yaş gibi güzel bir zaman dilimi var şu dünyada bilirsiniz dimi? On yediye henüz ulaşamayanlar, o kadar şanslısınız ki.. Aynı şeyi şuan on yedi de olanlar için söyleyemeyeceğim. Üzüntüden perişan olabilirsiniz, size hak verebiliyorum. Çünkü siz de bu yaşın bu senenin nasıl geçtiğini anlayamadınız değil mi?
On yedi yaşım benim içinde çok önemliydi. Zaten benim hayatım sıfırdan on yediye kadar, onsekizden sonrası tamamen cehennem. Bu arada on sekizden öncesini arada paylaşıyorum, cehennem dediğim noktayı siz düşünün. Neyse, sikerim acitasyonunu diyorsunuz arada duyuyorum ama demeyin, hayat olum bu senaryo gibi düşün; yazılmışız en hakikatli şekliyle.

Onca yıl biriktirdiklerimi bir senede kullanmayı yeğlemiştim o zamanlar, yani on yedinci yaşımın planını da yapmıştım. Hemen hemen tutmuştu da ha, yavaş yavaş tribünleri bırakmaya başlamış kadınların tribünlerine doğru tezahürat yapmaya başlamıştım. E birde ergenliğin verdiği abazalık var, düşünün siz gerisini. Gerçi ben bir yönden şanslıydım, o senem genelde Laleli civarında geçti, haftada iki defa kesin uğruyordum. Arada arabayla boş dolanıyor, sokakta dolanan hayat kadınlarına laf atıp geyiğin dibine vuruyoduk. Tabi arada transların saldırısına uğruyorduk ama onlarda işin tuzu biberiydi. Bir trans size falçata çekmediyse kendinizi İstanbul’lu bellemeyin lütfen.
Bundan sonrası biraz ağırdır arkadaşlar, küfür filan vardır; rahatsız olanlar olur diye uyarayım dedim.

20 Aralık 2014 Cumartesi

"Esrarlı Elma" ve Nuri ağbi


Çok içtin, artık yeter dedi Nuri abi. Manitasından yeni ayrılmıştı o ara. Gerçi iki haftada bir "aşık oldum olum" derdi ama olsun.. Nasıl oldu hangi ara oldu bilmiyorum ama rolleri değişmiştik onunla. Bazen böyle olur, bir şarkı tüm ortamın amına koyar, yıkar geçer. Hangi ara ne düşündüm de bunu hatırladım diye hayıflanır durursun. O zamanlar sabah akşam Müslüm Babadan “Gitmeseydi Onun Kulu Olurdu” şarkısını dinliyorduk.
         Şarkı yine aynı şarkıydı ama bende o gün etkisi çok büyük olmuştu. İkibinüçte yirmi lira büyük paraydı. O zamanın yirmi lirasıyla gidip ot alıp yanıma gelmişti Nuri abi. Kırk yıl heykeltıraşlıkla uğraşmış bir sanatçı gibi büyük titizlikte sardı otu. “Şaheserimi görüyor musun amına koyayım Tolga” dedi. Onca zaman geçmiş üstünden şimdi geçmişe dönüp bakıyorum da, cümlelerimizin içinde bir “amına koyayım” olmasa o cümle cümle sayılmıyordu sanırım. Niye bu kadar koymak istiyorduk hiç bilmiyorum ama ne yapar ne eder bir şekilde koyardık.
           
            “Taktığın şeye bak, sana kız mı yok olum” dedi peşine. O ara mahallemize yeni kız taşınmıştı. Çok güzeldi lan! Namussuzum şerefsizim ki çok güzeldi. Bir insan o yaşta neden o kadar güzel olur ki. Öyle güzeldi ki, rüzgarını alan kişi soluğu apartmanının karşısında ki diğer apartmanın dışarıdaki merdiveninde alıyordu. Tabi mahallede büyümenin zor yanları da var. Bir kızdan hoşlandığını söylerse aramızdan biri, o kıza başkası kesinlikle yan gözle bakmazdı, bir raconumuz vardı. Sokayım raconumuza, sırf o yüzden nice ilk aşklar alevlenmeden söndü kim bilir.
Gülten’i ilk Doggy Çetin gördü ve bir ayı gibi mahalleye kükredi o kızdan hoşlandığını. O an tüm herkesin yüzüne aynı hüzün çöktü.  İnsanın suratına inen saliselik bu ifadeyi ömrüm boyunda unutmam. Hüznümüz arada yerini gerginliğe bırakırdı, hele ki böyle bir durumda Çetin ve Gülten’i yan yana geleceğini düşünmek bizi delirtiyordu. Çetin lan bu, ne işi olurdu karı kızla. Tam bir ‘leş’ti, ama kusursuz bir leş. Hem kokardı, hem dalardı, hem çalardı. Psikopat desen değil, hırsız desen hiç değil; enteresan bir varlıktı çetin. İlk milli olduğu anı anlatır dururdu bize sabah akşam, Doggy lakabının sebebi de hayvan sevgisinden filan değil, “karıya köpek pozisyonunda kaydım gençler, doggymiş adı, ulan ne tokatladım kalçaları bee” dedi. Çoğu zaman nefret ederdik Çetin’den, ama namussuzun öyle güzel sesi vardı ki, bir türkü çığırırdı ciğerimizi dağlardı. Çetin ikibinyedide öyle bir öldü ki, ölüm şekline hem kahkahalarla güldük hem de üzüntüden mafolduk. Çünkü Çetin’i memleketi Sivas’ta köpek parçaladı. Neyse, çok ileriye gittim tekrar Nuri abinin yanına döneyim.

13 Aralık 2014 Cumartesi

Unutursam Fısılda. Ya da boşver, söylemesen de olur




Değişik benzetmelerim vardır benim, genelde aklıma ilk geldiğinde şaşırırım kendime bu benzetmelerden ötürü. Hatta bazen güler geçerim. Benzetmelerim genelde insan ırkıyla ilgili olur, doğal olarak kendi ırkımı göz önüne alırım bir şeyleri düşünürken.
Kuzenin düğünü var bu hafta, evde dünyanın insanı var, yedi teyze yirmi küsür de yeğen olunca ev çok enteresan bir hal alıyor. Bilirsiniz, sevmem ben insanları; yani genel olarak. Evde düğün öncesi bir şeyler yapmaya başladılar baktım un filan bir şeyler yoğuruyorlar. Onlar elleriyle bir şekilde ellerinin arasında ki hamura bir şeyler kattıkça ben suratımı buruşturdum. Yaklaşık yarım saat boyunca o hamuru inceledim, yarım saat öncesi ve sonrasını hayal ettim. Bir ara gözlerim doldu, az daha sıksam ağlayabilirdim. Aklıma türlü türlü şeyler geldi. Acıdım bir an hamura çünkü bir tercih hakkı ona sorulmamıştı. O an belki de dördüncü teyzemin ellerinin arasında olmak istemezdi. Her iri parmak darbesinde canı acıyordu belki de. Bunu bizlere belli şekillere girerek de belli etmeye çalışıyordu kendince. Ama lanet olsun ki anlayamıyorduk bize ne demek istediklerini.
O an kendi lapa halime büründüm. Mayasız ve susuz un gibi en özüme gittim. Kim bilir hangi ellerden geçmiştim bu yaşıma kadar, kimler ellemişti beni, kimlerden nefret ede ede beni nasıl istediği şekle sokmasını izlemiştim. Bu yüzdendi belki de hiçbir şekilde tat veremeden yaşamam.

Şimdi etrafıma bakıyorum da, ne çok sahipsiz hamurlar dolanıyor etrafta. İşin tuhaf tarafı, hamur olduklarından bile habersizler. Suriye’den bir şekilde gelmiş ve sokakta dolanan çocuklar mesela. Çok fazlalar – çok çok çok fazlalar. İşin siyaset tarafına girmeyeceğim merak etmeyin. İşin ucunda bir çocuk olunca bende ne din kalır ne de devlet kalır çünkü. Bazen uzun uzun izliyorum onları, ne yaptıklarını, ne yapmak istediklerini. Kendi çocukluğuma çok benzetirim onları. Benden tek farkları korkusuz olmaları. Bir çocuk korkmalı. Korkmalı ki hata yapmamalı.

9 Aralık 2014 Salı

"Alın Yazısı" değil - Kağıt Yazısı! Hayat Bazen; Gri Miki Maus


                

            İnsan gelişim sürecini bir binanınkiyle eş tutarım. İleride, yani oluşumun tamamlanma yaşının da götümüze pamuğu tıkayınca bittiğini düşünürüm, yani insan zamanlamasına göre ‘ölümsüz’ kılarım bu süreci. O yüzden bizler insan olarak yaşadıklarımızı bir sonraki sürecimize aktarırız. Acılar insanı olgunlaştırır deriz ya hep, o misal. Özellikle ‘gençlik’ diye tabir ettiğimiz yirmiden otuza kadar olan kısımda hep çocukluktan kalma izleri taşırız yüreğimizin en içinde. Ne gördüysek onu aktarırız gelecek hücrelerimize.
                Kimse doğuştan serikatill ya da tecavüzcü, sapık, katil, hırsız olarak doğmaz. Hep bir şekilde, yerleştiririz. Bu durumdan kaçmak istesekte kaçamayız çünkü kadere inanan insanlarız. Tanrı bizim hikâyemizi yazarken belki kalın bir punto ile belirtmese de oraya bir yere iliştirmiştir; bu katil olacak, bu hırsız olacak, bu dünyanın yedi ceddini kurutacak – diye…
                Ben nasıl yazıldım hiç bilmiyorum, ama hakikatli yazıldığımın farkındayım. Sert büyüdüm ben, bir gökdelene nispet yaparcasına göğü delip ta Tanrı’nın yanına kadar çıktığım bile oldu. Bir miraç değildi bu, sadece en tepeyi de gördüm, en dibide. Dip dediğimiz yer belirli fiziki hacme sahip nesnelerden bahsetmiyorum. İnebildiğim yere kadar inip çakıldım. Çünkü böyle büyüdüm. Hayat okulunu belki Saint Joseph’te okumadım ama yine de çoğu kişiden fazla şeyi bildim. Tabi bunun bedelini de devamlı ödedim. Çünkü, her şeyin olduğu gibi insan yaşamınında belirli kuralları vardı. Bir bedel ödemek zorundaydım. Ödedim, ödemeye de devam ediyorum orası ayrı. Ama konu şu ki; yetiştiğim ortamdan ötürü sert bir adamsam bunun hesabını bana sormayın. Konu şu ki; duyduğum ve gördüğüm şeyleri aktarmaya çalışıyor ve bu yüzden sizleri rahatsız ediyorsam bunların hesabını bana sormayın. Ya kime sorayım? Diyorsunuz değil mi? Ne bileyim, sorun işte. Ortaya atın gelişigüzel. “Sen neden böylesin” deyin. Cevap alamayın. Hatta o an, kısa sürelide olsa cevap alamamanın hazzını yaşayın. Sonra da bu döngünün verdiği hazzı size yaşattığımdan dolayı bana teşekkür edin.
                İnsan olmanın bedeli budur çünkü. Ne gördüysek onu yansıtırız. Benim gördüklerim ve yaşadıklarım normal değildi, ondan normal olmayan şeyleri yazdım. Normal şeyleri yaşasaydım belki bende sizler gibi normal şeyleri yazardım. Ama değilim, ben normal biri değilim. Aslında hiç birimiz normal değiliz, az önce ne saçma konuştum! Hangimiz normaliz ki şu dünyada?

5 Aralık 2014 Cuma

Biri beni silksiin!


Gözlerimizin göremediği milyarlarca tozu her nefes alış verişimizde farkında olmadan yutarız. Yuttuğumuz her toz dışarıda kalanlara bir şey kaybettirmez, çünkü onlar tozdan öteye gidemezler. Ve tahmin edemeyeceğimiz kadar hızda türerler. Yine de her ne olursa olsun, bir şeylere muhtaçtır o mikronluk tozlar; neye mi? Bize! Belki bir nefese belki bir rüzgâra belki üzerinde baskı yapabileceğimiz bir nesneye, ama yine de herkes, her şey bir şekilde bir şeylere muhtaçtır.

Bu yüzden kendimi bir nesneye benzetirim. Tek ilizyonum insana benzemem. Yoksa etrafa göz gezdirdiğinizde fark edemediğiniz ama gördüğünüz o şablonlardan bir farkım yok. Herkes beni aslında görür ama doğrudan bakınca algılayamaz.  Aslında biraz düz bakacak olursak farkımızın olmadığı şeyi hiçbir zaman fark edemediğimizi görürüz. Çünkü ben bir insan kılığına bürünmüş nesneysem, çevremde ki tozlarda bedenime doğru hücum etmeye hazır kelimelerim. Nasıl ki kendimi bir nesneye benzettiysem, etrafımda salına salına gezdiğini hissettiğim ve az birazının da başımın içinde sakladığım bu küçük şeyleri kelimelere benzetirim.

 Onlar her yerdeler. Bazen eser geçerim, savururum hepsini etrafa ergen spermi gibi. Bazen hiçbir şey yapmasam da bir şekilde gelir yapışır kalır üzerime. Sonra hiçbir şey yapmak istemem, sırf bir şey yapmak istemediğim için tökezleyip düşerim. Yere düştüğümde, yani yine etraftaki milyarlarca kelimenin biri olan “ah” çıkar ağzımdan. Bunun çıkmasına sebep benim bir insan olmam değil; yere düşüp, etimi yaralayıp, o yaralanma acısını beynime bilmem kaç bin ışık hızında yollamam. Bütün mesele bu. Bütün mesele, içimizde ve çevremizde barındığımız kelime sürüsünü yönlendirmek. Yaşadığımız ve gözlemlediğimiz şeyler doğrultusunda o bakış açısını anlatabilmek için içimize çektiğimiz bir çeşit nefesli mıknatıs. 

Çoban ve koyun ilişkisi. Hem koyun hem çoban olabilmek mesele. Hem sürüye yön veren, hem de sürünün kendisi olabilmek mesele. Yani gece ayazında soğuktan etinin çekildiğini hissettiğin halde yerinden kıpırdamamak, yani sırf elini ısıtıyor diye dumanı yavaş yavaş azalan çayı içmeyip o bardağı sıkı sıkı sarmalamak, yani mesele üşümek değil; hissizleşmek. Yani mesele acı çekmek değil; acının kendisi olabilmek. Yani mesele çay içmek değil; çayın demiyle zihnini çürütmek. Yani mesele hissizleşmek değil; etraftaki toz tanelerinin bile seni unuttuğu bir gece, tozun kendisine dönüşebilmek..


3 Aralık 2014 Çarşamba

- 3 Aralık Dünya Engelliler Günü - Turgut Uyar Geyikli Gece [Bloğum Seslendi]

Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta
Her şey naylondandı o kadar
Ve ölünce beş on bin birden ölüyorduk güneşe karşı.
Ama geyikli geceyi bulmadan önce
Hepimiz çocuklar gibi korkuyorduk

Geyikli geceyi hep bilmelisiniz
Yeşil ve yabani uzak ormanlarda
Güneşin asfalt sonlarında batmasıyla ağırdan
Hepimizi vakitten kurtaracak
Bir yandan, toprağı sürdük
Bir yandan kaybolduk
Gladyatörlerden ve dişlilerden
Ve büyük şehirlerden
Gizleyerek yahut döğüşerek
Geyikli geceyi kurtardık

Evet kimsesizdik ama umudumuz vardı
Üç ev görsek bir şehir sanıyorduk
Üç güvercin görsek Meksika geliyordu aklımıza
Caddelerde gezmekten hoşlanıyorduk akşamları
Kadınların kocalarını aramasını seviyorduk
Sonra şarap içiyorduk kırmızı yahut beyaz
Bilir bilmez geyikli gece yüzünden

Geyikli gecenin arkası ağaç
Ayağının suya değdiği yerde bir gökyüzü
Çatal boynuzlarında soğuk ayışığı

İster istemez aşkları hatırlatır
Eskiden güzel kadınlar ve aşklar olmuş
Şimdi de var biliyorum
Bir seviniyorum düşündükçe bilseniz
Dağlarda geyikli gecelerin en güzeli

Hiçbir şey umurumda değil diyorum
Aşktan ve umuttan başka
Bir anda üç kadeh ve üç yeni şarkı
Belleğimde tüylü tüylü geyikli gece duruyor.

30 Kasım 2014 Pazar

- ÇAM AĞACI -


Sakla hadi beni ey çam ağacı
Al koynuna, sar beni
Yorulmuşam,
Her şey diyebileceğim kadar çok şeyden
Usanmışam,
Bir sonra ki de son olmayacak diye
Bıkmışam,
Tekrarlamaktan adımlarımı.
Rüzgârına ihtiyacım var
Uzattım elimi
Bir dal ver hele
Tutunayım sana
Omuzlarıma kuşlarından serptir
Kaldıramam bu sessizliği
Bir es hele,
Değsin nefesin yüzüme
Bir kokunu yolla ,
Çekeyim tenini ciğerime.
Benim adım belli ey çam ağacı
Sen bir vasıf yükleme zülüfüme
Bırak sebepsiz sarılam sana
Az kökünden pay bırak hele
Kaynayıp gideyim yalnızlar şehrine.
Hele bir dinle beni,
Yeşile hasrettir yüreğim
Bir sev hele sevilmek nedir bilem
Bırak dalın olam
Meyven olam ey çam ağacı
Bir ses ver hele
Korkaram yalnızlıktan da ne çare
Acıkmışam ey çam ağacı
Aç kalmışam sevmelere
Afiyet, bal şeker olsun meyvelerin
Hele bir gölgeni ver
Biraz daha karanlık çekeyim zihnime
Az öte dur koma güneşi sehere
Vakit vakit değildir
Güle bile diken eylemiştir
Bakmaz gözümüzden süzülenlere
Yorulmuşam ey çam ağacı
Bilmezsin sen,
Bilmezler beni
Bir de benden gidenleri
Hele bir ateşinden ver
Çıra gibi bişmişem,
Devrilmişem
Hele bir tutuştur yüreğini
Kül eylemişem sinemi
Çak hele tutuştur beni
Gökyüzüne özenmişem
Bir kuşun gözüne hasret yüreğim
Denizlere sövmüşem
Dağları delip gelmişem buralara.

Benim yalnızlığım mevsimsiz ey çam ağacı
Yapraklarından bir tutam ver hele
Kuru kalmışam
Aç kalmışam renklere
Hele bir ses getir yüreğime
Çok susmuşam
Susa susa susamışam
Ben dökülüp gitmişem

t.yazıcı
kasıma veda ederken



26 Kasım 2014 Çarşamba

Ağzım Oldu Kalamar [Yüksek dozda Dram içerir]



                 

          Banane arkadaşım bana mı sordunuz yirmilik dişe “yirmilik diş” kavramını yerleştirirken. Benim bildiğim yirmilik diş yirmi yaşında çekilir. Düz adamım ben, bana böyle enteresan yüklemeler yapmayın; kaldıramıyorum. Neymiş efendim yirmilik dişiniz çekilecekmiş. İyi de yirmilik diş yirmi yaşında çekilir, ben yirmi altı yaşımdayım. Hatta biraz daha sıksanız yirmi yedi bile diyebilirim. Oha! Yok yok, vazgeçtim. Yirmi yedi demeyin bana. Yirmi altının bir sempatikliği var sanki. Neyse, konumuz bu değil.
               
yirmilik diş (temsili)
Neymiş efenim, orayı yarıp yirmiliği çıkarmamız lazımmış. Ama canınız biraz yanarmış. İşte bu dedim içimden! İşte bu! İşin ucunda can yakmak varsa, bende varım. Mazoşist miyim neyim, işin ucunda acı olunca hemen atlıyorum, bir çekiyor beni. Tuhaf oluyorum.
Gittim çektirdim, hakikaten de acıdı he. Ağzıma bir sürü enteresan şeyler soktular. Biri vibratöre benziyordu, titreyince benzettim onu da. Ağzıma pamuk teptiler. Bir an için öldüm zannettim. Sonra ağzıma tepişmiş o pamuk ve ağzıma birikmiş kanla gülmeye başladım. Ulan salak dedim içimden. Ulan salak, pamuğu göte sokuyolardı ölünce ağza değil. Hhahah bak yine güldüm. Ya ne espirili adamım ben.
Yirmilik dişim artık yoktu, hem de sadece biri yoktu. Bir garip hüzün çöktü üstüme. Kendimi tuhaf hissettim. Bir parçam gitmiş gibiydi. Oysa ki at gibi dişlere sahiptim.İçimde dört nala tepinen atların hüznünü hissettim. Ağlamaklı oldum. Metrobüse inen merdivenlerin sekizincide oturdum. Doktor tükürmek yasak dediği için tüküremiyordum da. Tabi ki suratıma tükürmek istemiştim. Çünkü hüzünlendiğim bu kavram canımı sıkmıştı. Ama tüküremiyordum. Götüme sokulması gereken pamuk ağzıma sokulmuştu, sinirli ve gaddardım. Üç dakika sonra metrobüs durak güvenliği geldi. Hayırdır birader dedi. Bir sıkıntın mı var dedi. Yarı ağlamaklı “hımıhaa aghuaahu zaza duı” dedim.  “Ağzım dolu ağabey konuşamıyorum” demiştim hâlbuki, ama anlayamamıştı. Ben olsam bende anlayamazdım. Ben zaten hiçbir zaman kendimi anlayamadım.